Mardin Artuklu Üniversitesi’nin Diyarbakır yolu üzerindeki yeni yerleşkesine doğru yoldayız. Eski Mardin’in sokaklar, avlular, duvarlar, boşluklar, gölgelerle örülü dokusunun içinden geçiyoruz. Dokunun öte ucunda taş bir yapı içine yerleşmiş olan mimarlık fakültesi çoktan geride kaldı. Girift sokaklar giderek çözülüyor. Aşağıya doğru indikçe mekan başkalaşacak belli ki.
Eski kent, tepenin yamacına tutunmuş organik bir yapı gibi. Belli bir ölçek ve mekan dizgesine sahip bir dil, tepenin yamacı boyunca mekanları birbirine eklemleye eklemleye oluşturmuş sanki bu dokuyu. Bütünü oluşturan parçalar kolay kolay ayrıştırılamıyor, bir parça diğerlerinden koparılıp algılanamıyor. Her noktası kendi şahsına münhasır, ama tümü tek bir özden üremişçesine bütünleşik. Bir anda algılanabilir olmaması da sürpriz değil. Nesneleşmeye direniyor. Kendini zamanla, yaşantı içinde açıyor meraklısına. Sanki uzaktan seyredilmekten çok içinde yaşanmasını istiyor.
Bu denli bütünleşik bir mekan içinde birbirinden farklı dillerin, geleneklerin, inanışların varlığı, “kültürlerin beşiği Mardin” sloganının ötesinde bir durumu işaret ediyor olabilir mi? Pek çok açıdan bakıldığında birbiriyle kolay kolay bir araya gelemeyecek kültürler; aynılaşmadan, homojen olmaları gerekmeden bu mekan içerisinde aynı damardan besleniyor, aynı havayı soluyor, tek bir bütünün parçası olarak yaşıyor. Gündelik yaşantının içinde kimse ayırdına varmasa da, hakkında konuşmasa da, adını koymasa da bu mekan onları bilmedikleri, kastetmedikleri, fark etmedikleri bir varlık düzleminde birbirleriyle temas ettiriyor sanki.
Eski şehrin mekanından aşağıya, yeni şehre inildiği zaman mekan gibi ilişkiler de mi başkalaşıyor? Dokunun verdiği bütünlük hissi, yerini bir tür tekinsizliğe bırakmış gibi. Örüntünün yarattığı dünya gidiyor; yolların, blokların, hatta boşluğun, bir zemin üzerinde tekil nesneler halinde durduğu bir dünya geliyor. Yan yana ama bir arada değil. Başka bir mekan-zamandayız. Öte yandan biraz gözümüzü kıssak herhangi bir yerde olduğumuzu düşünebiliriz şu an. Ankara, Konya, Antalya... Son yıllarda daha büyük bir hızla gelişen Anadolu kentlerinin jenerik yapılaşması, Mardin’in yeni şehrine de sıçramış. Yüksek gabarileri ve cüsseleriyle hayli iddialı bloklar düzlüğün ortasında beliriyor. Yola devam ediyoruz. Yol üstünde Midyat taşından yapılmış yeni bir anıta rastlıyoruz. Eski Mardin’i simgelediği düşünüldüğü anlaşılan yapı figürlerini üzerine almış. Refüjün ortasında, ne söylediğini kendisi de bilmiyormuşçasına öylece duruyor.
Yüksek gabarili bloklar bu anıta nazaran kendi dünyaları içinde bir nebze daha hakikiler sanki. Biraz sonra anıtın üzerindeki figürler tekrar çıkıyor karşımıza. Bu sefer yapıların üzerinde. Figürler, içlerinde jenerik blokların ruhunu taşıyan bu yapılara eski Mardin’den alınmış kıyafetler gibi giydirilmiş. Cansız. İlerliyoruz. Sonunda yeni şehrin son binaları da arkada kalıyor ve etrafı kırlar ve tepelerle çevrili Diyarbakır yoluna çıkıyoruz. Arınıyoruz. Bu doğal peyzaj içindeki kısa yolculuk, “İnsanda hakikilik hissini uyandıran şey nedir?” sorusu hakkında düşünmek için iyi bir zaman. Bir süre sonra uzaktan kampüs yerleşkesi seçilmeye başlıyor. Topografya ile hemhal olmuş bir siluet belli belirsiz görünüyor. Yapılar parçalı, değişken halleriyle yerle ilişki kuruyor gibiler. Jenerik kampüs yerleşkelerinde sık rastlanmayan bir durum bu. Hele Mardin’in güncel yapılaşmasında... Siluetin hissettirdikleri ümit veriyor. Gözümüz yapılarda Diyarbakır otoyolundan çıkıyoruz. Yapılara daha yakınız şimdi, iniyoruz. His değişiyor. Vaat ettiklerine birkaç adım mesafede solukları tükenmiş gibi. Ölçek, renk, mekan kurgusu... Kimi bitmiş, kimi inşaat halinde, kiminin inşaatına henüz başlanmamış yapıları ile kampüs yerleşkesi, hayal ile gerçeklik arasında öylece duruyor koyu kahve toprağın üzerinde.
Bu kampüs için “cami, kilise ve simgesel bir Yezidi anma alanından oluşan bir ibadet kompleksi” tasarlanması önerisi, ilk andaki cazibesinden hemen sonra ardı arkası gelmez sorular üretiyor. Üç farklı dinin ibadet mekanlarının bir araya geleceği bir ibadet merkezi fikri ne kadar ‘hakiki’dir? Bir arada olmaktan ziyade birbirinden farklı olmak üzerine tanımlanmış inançlara ait mekanların birlikte olacağı bu yapı, yerel ve konjonktürel bir jest olmanın ötesine geçebilir mi? Yoksa bu durum bilinçli bir simgesellik üretmek için mi ortaya konuyor? Yapı, hakikilik bir yana, bu haliyle fantastik hatta kitsch bir nesne olmaya doğru mu gidiyor? Bir tür çoğulluk aranıyorsa, bu üç dinin dışında kalan inançlar nasıl değerlendirilmeli? Sorular çoğaldıkça arananın, tüm bu soruların yanıtlarının toplamı olmadığı ortaya çıkıyor. Bu soruları aşan, özerk, özsel bir yol gerekiyor belli ki...
Sınırları olan, içine girilen ama kapısı olmayan bir mekan bu. Yukarı kottaki yolun kenarından gelenler hafifçe eğilerek mekanın kanadının altına girip, içine adım atıyorlar. Aşağı kottan gelenler ise dışarıya doğru uzanmış kollarından ona doğru yol buluyorlar. İçeri girildiği anda etrafı hafif bir loşluk sarıyor. Suyun sesi. Beton yüzeye temas ettiği andaki kokusu. İçinde sakladığı derinliklere doğru adım atmaya çağıran dar bir mekan. Hafif hafif yoğunlaşan tatlı bir karanlık. Karanlığın içine açılmış yarıklardan sızan Mardin güneşinin mekanı delip geçen keskinliği. Bazen de havada ince bir bulut gibi asılı kalan aydınlığı. Mekan, içinde adım atıldıkça farklı niteliklere bürünerek kendini açıyor.
Bir özden gelmiş, sonra kendi mecrası içinde olgunlaşmış, başkalaşmış mekanlarla çoğalıyor. Yükseklikler, arşa kadar değecekmiş gibi uzayan. Darlıklar, nefesi insanı ürperten, iki yandan saran. Yalnızlığı çağrıştıran bir serinlik. Sonra bir genişleme. Ferahlık ve ümit. Ufak bir avluda gökyüzünden inen ışığın, yağmurun, karın altında yıkanan bir ağaç, zeminde ona doğru yaklaşan su. Mekan içre mekanlar boyunca, kah incelip kah genişleyerek akan, her yeni mekanda biçim değiştirerek süregelen su, burada bir duvardan cömert ama sakince akıp, yere serilerek genişlemiş duruyor. Güneş ışığı suya değdiği anda serin duvarlar üzerinde milyonlarca parçaya ayrılıyor, ayrıldıkça çoğalıyor. Işıl ışıl bir dalgalanma dolduruyor mekanı. İbadet mekanlarından gelen sesler, duvarlar içinde birikip, yer yer hafif bir aralanmayla birbirlerine doğru esiyor, belli belirsiz temas ediyor. Yüksek duvarlar boyu devam eden bir kitaplığın çevrelediği bir mekan ise, bu dinlere özgü ibadetlerin içinde ve ötesindeki her tür meditasyon için ayrılmış. Mekan, kampüsün uzaktan görünen siluetinin içerisine yerleşiyor. Kolunu uzattığı ve girişini açtığı yerlerdeki insanları yalnız içine değil, üzerine de davet ediyor. Zeminden başlayan merdiven dizisi, toprak rengindeki beton kütleleri yararak yapının en üst kotuna doğru birbiri ardınca yükselen terasları ziyaret eden bir izlek oluşturuyor. İzleğin sonunda varılan tepe noktadan, epey uzakta, kampüsün olduğu tarafa sırtını dönmüş ‘eski şehir’ ve onun bu yöne bakan tek parçası olan Mardin Kalesi görünüyor. Mekan; bir yandan ibadet deneyimini zenginleştirmeyi, diğer yandan kültürlerin ötesinde, dile gelmez bir mekansal deneyimi var etmeyi ve insanları bu deneyimi yaşamaya çağırmayı arzularken bu tepe noktadan ‘eski şehir’e doğru bakıyor.
Boytorun Mimarlık tarafından Arnavutköy’de tasarlanan Durusu Milltown projesi bölgenin konut, ticaret ve kamusal alan ihtiyaçlarını karşılama hedefiyle hayata geçiriliyor. Kişi başına düşen sosyal ala...
Devamını Gör...
Özer Ürger Mimarlık tarafından tasarlanan Güngören Gösteri Merkezi (GGM) ve Kent Parkı projesi, yapı ile çevresi arasında kurulan güçlü bağlar sayesinde İstanbul’un en yoğun nüfuslu bölgelerinden biri...
Devamını Gör...
Ulusal ve uluslararası ölçekte atlı spor kulüplerine imza atan Equine Design Studio, Şile’de uluslararası yarış standartlarına uygun niteliklerde özel bir binicilik merkezi tasarladı
Devamını Gör...